Tangible translate Turkish
339 parallel translation
Do you realise that this is our first piece of really tangible proof?
Bunun elimize geçen ilk gerçek kanıt olduğunun farkında mısın?
There is nothing tangible, yet like a terrible premonition it is also frightfully real.
Elle tutulur hiç bir şey yok, hâla korkunç bir sezi gibi aynı zamanda korkunç bir şekilde gerçek.
I'm a detective I need tangible clues and up to now I admit I found none.
Ben bir dedektifim, elle tutulur ipuçlarına ihtiyaç duyarım ve şimdikinde hiçbir şey bulmadığımı kabul ediyorum.
St Joan, for example, and St Theresa record some visitations of an exceedingly tangible character.
Mesela St.Joan ve St.Theresa fazlasıyla somut bazı varlıkların ziyaretlerini kaydetti.
It's tangible.
Somuttur.
He is no idol, no tangible thing.
Hiç bir sembol, somut bir şey değildir.
I'd rather spend my money on more tangible excitement.
- Elle tutulan heyecanları seviyorum.
Something tangible, I trust?
İş çıkar umarım.
It's as I told you this morning, only some concrete evidence something tangible!
Bu sabah da size söylediğim gibi, sadece güçlü bir delil somut bir delil durumu değiştirebilir!
What they want, and what you'll never get is something tangible.
İstedikleriniz ile elde edemeyecekleriniz arasında dağlar kadar fark var.
Look, you asked me to find something tangible.
Benden somut bir delil istemiştin değil mi?
- Tangible, tangible!
- somut, somut!
- Well I finally got something tangible.
- Sonunda somut bir delil buldum.
You end up thinking there is something living and tangible even in your dreams and you neglect life, do you see?
Düşünüyorsun ki hayallerinde bile yaşanabilecek somut bir şeyler var diye ve hayatı ihmal ediyorsun. Gerçekliği, bu gerçekliği.
The further we go, the surer I am that what we're looking for... is something tangible.
İlerlemelerimize göre, eminim ki aradığımız şey dokunulabilir.
The objects are flooded with a wistful light and yet painted with such a detachment, precision, rigor that makes them almost tangible.
Objeler düşsel bir ışıkla yıkanmış gibi. Oysa onları öyle keskinlikle, öyle acımasızca tasvir ediyor ki. Uzansan dokunacakmışsın gibi, hiçbir şeyi şansa bırakmayan bir tarz.
The scales of justice hanging in even balance, but being capable of tipped one way or the other by one iota, of just one featherweight, of direct and tangible evidence.
Adaletin terazisi, dengede bile olsa en ufak bir yanlış müdahelede bir ucu ya da öteki, bir toz zerresi, veya bir tüy havı, ile bir tarafa düşebilir ya da somut bir kanıtla.
So much for Lieutenant Cantrell's tangible, direct evidence.
Bunlar Teğmen Cantrell'in somut ve doğrudan kanıtları.
The prosecution, in fact, has presented in the case of Ernst Janning only one tangible piece of evidence.
Aslında savcılık Ernst Janning hakkında sadece bir tek somut kanıt gösterebildi.
The lawyers want a statement of moral and tangible support
Avukatlar senden ahlaki, manevi ve de maddi bir destek bekleyecekler!
Oh, well, I thought you were talking about something more tangible.
Aman, ben de ciddi bir şeyden bahsediyorsun sanmıştım.
He at least was human, tangible.
En azından insandı, yani elle tutulur bir şeydi.
But we must find something more tangible. Come along.
Hadi daha somut bir şeyler bulmalıyız.
There! This is tangible proof that your husband did not drown in the Seine near Gassincourt.
kocan için elle tutulur kanıtlardır o Seine nehrinde boğulmadı.
Tangible as words are, that is.
Anlaşılıyor, kelimeler gibi elle tutulur birşey.
Why, their only tangible assets were the jewels.
Çünkü tek dişe dokunur varlıkları o mücevherlerdi.
Our Saviour appearing in a tangible presence.
Kurtarıcımız bu kez somut bir varlığa bürünüyor.
What he asked for was tangible proof... That a deal with the west was a realistic political possibility.
Batı'dan istediği şey gerçekçi politik bir olasıIığın somut kanıtıydı.
It has nothing to do with money. It has nothing to do with tangible things.
Bunun öyle parayla falan bir ilgisi yok, o kadar somut değil.
But most tangible were the women's meetings held all over England... and the exchanges of information lists of names and organizations.
"Ama içlerinde en elle tutulanı örgüt ve isim listelerindeki bilgilerin paylaşımı ve İngiltere'nin her köşesinde düzenlenen kadın toplantılarıydı."
Classes are now cooperating with each other to build an urban, industrial society motivated by a quest for progress that is tangible and ongoing.
Sınıflar artık somut ve sürekli bir ilerleme için kentsel, endüstriyel bir toplum inşa etmek için hevesli bir şekilde birbirleriyle işbirliği yapıyorlar.
It's tangible.
Bu somuttur, elle tutulabilir.
This is the principle of commodity fetishism, the domination of society by... "intangible things as well as by tangible things," that reaches its absolute fulfillment in the spectacle.
Metanin fetisizmi, toplumun "elle tutulamaz seylerle oldugu kadar elle tutulabilir seyler" araciligiyla egemenligi, esas basarisini gösteride elde eder ;
where the tangible world finds itself replaced... by a selection of images which exists above it, and which at the same time has made itself... recognized as the tangible par excellence.
gösteride gerçek dünyanin yerini, gösterinin üstüne yansiyan fakat ayni zamanda da kendisini bir gerçeklik örnegi olarak gösterme konusunda basarili olan bir imge seçkisi alir.
its accumulation extends it to the periphery... in the form of tangible objects.
çogaldikça, elle tutulabilir nesneler halinde dünyanin her bir ucuna yayilir.
But we can't help them unless we get some tangible information back to the fleet.
Ama filodan bazı kesin bilgiler almadıkça onlara yardım edemeyiz.
Our thoughts, our visions, our fantasies have a tangible, physical reality.
Düşüncelerimiz, hayallerimiz, fantazilerimiz karmaşık bir fiziksel gerçekliğe sahip.
Well, I think that, that true self that original self, that first self, is a real, mensurate, quantifiable thing tangible and incarnate and I'm going to find the fucker.
Bence, gerçek benlik, o ilk benlik... ta baştaki benlik ; gerçek, ölçülebilir, somut bir şey... elle tutulabilir, insani şekle sahip bir şey. Ben de o lanet şeyi bulacağım.
It is tangible.
Elle tutulabilir.
It's tangible yet immeasurable.
Ele avuca geliyor ama uçsuz bucaksız.
"Sprinkle the ashes, all the tangible remains of our dear one."
Babam derdi ki... "Dağıtın külleri ; sevdiğimizden geriye kalan tüm maddiyatı."
Sumner was just saying the early mystics perceived God without subjecting him to tangible proof.
Sumner, ilk tasavvufçuların Tanrı'yı elle tutulur herhangi bir kanıtla sorgulamaksızın kabul ettiğinden bahsediyordu.
If you want me to go on, I need something tangible of his.
Devam etmemi istiyorsan, ona ait bir şeylere ihtiyacım olacak.
Something tangible?
Ona mı ait?
Except the tangible fact that the Commissioner's wife had run out of the building not ten minutes earlier.
Görevlinin eşi on dakikadan önce dışarı çıkmamış olması dışında elimizde elle tutulur bir delil yok.
Can't you feel the energy, the tangible energy?
Şu somut enerjiyi hissedemiyor musun?
they're different, not as to stone nor steel, but they're tangible.
Onlar farklıdır. Taş veya çelik değildirler... Ama gerçektirler.
Put your faith in the known and tangible,
Ortaya daha inandırıcı ve somut şeyler koyun,
It's totally tangible.
Bu tamamen hissedilebilir.
The conflict will be over some land, or wealth, or some other tangible asset.
Çatışma toprak için, servet için, ya da elle tutulabilir başka bir mal yüzünden olabilir.
I need something tangible.
Somut bir şeylere ihtiyacım var.