Английские фразы | Русские фразы | Турецкие фразы
Translate.vc / английский → турецкий / [ S ] / Soup's on

Soup's on перевод на турецкий

162 параллельный перевод
Look at her now... she's trying to pour that hot soup again on me.
Bu haksızlık. Şuna bak. Suratıma onu da atmaya çalışıyor.
Hey, the soup is hot, and so is the kettle, Hey, tears are dripping on the handle.
Hey, çorba sıcak ve ısıtıcıda! Hey, koluma damlayan, gözyaşı...
Go on. Take some money from the cup and get a five-cent soup bone off of Hassler's.
Fincanın içinden biraz para alıp Hassler'dan 5 sentlik çorbalık kemik alın.
- I know. - I'm not supposed to say, "Soup's on!"
- "Çorba zamanı!" demeyeceğim.
- Soup's on.
- Çorba zamanı.
Soup's on the table.
Çorbaları koyduk.
If your future depends on figuring out soup is hot...
Eğer bütün geleceğiniz bir tabak çorbanın sıcak olduğunu anlamanıza bağlıysa- -
He painted Cupids on soup plates.
Çorba kaselerine Aşk Tanrısı çizerdi.
Time to eat, boys. The soup's ready. Come on!
Haydi çocuklar yemeğe, çorba hazır mis gibi oldu.
Soup's on
Çorba hazır! - Vay!
They set off on their last journey with their shirts still clinging to their shoulders with sweat, with their arms still full of the day's toil, leaving soup untouched on the table
İnsanlar son yolculuklarına terden omuzlarına yapışmış kıyafetleriyle yaşamın tüm yükünü taşıyan omuzlarıyla masalarında duran çorbalarını henüz içemeden çıkıyorlardı.
Soup's on.
Çorba hazır.
Darling, your soup's on.
Sevgilim, çorban hazır.
Soup's on.
Yemek hazιr.
Quite on the contrary, everything's done to relieve suffering with... uh clothing collections... uh... medical aid and... uh... soup kitchens and in this very clinic, we're dependent on the goodwill, not only of the temporal government but even more on the goodness and understanding of the church and particularly of our friend, Monsieur Laday, eh?
Bilakis, acıyı dindirmek için her şey yapıldı, mesela... eee giysi yardımları... eee... tıbbi yardım ve... eee... aş evleri gibi Ve bu klinikteki bizler iyi niyete muhtacız, geçici hükümetten çok kilisenin fazilet ve anlayışına ihtiyacımız var özellikle de dostumuz Bay Laday'e, ha?
- Soup's on!
- Çorbalar hazır!
Soup's on!
Acele edelim. Haydi!
And if you're not at your table spot on seven You miss your bowl Of campbell's cream of mushroom soup
Masanda değilsen uluslararası mutfak menüsünde ilk yemek olan mantar çorba şansını kaçırırsın.
it took a while for your meat to stop being tough, your chips to stop being greasy, the wine vinegary, for these pejorative adjectives, which at first evoke the sad fare of the soup-kitchens, to lose little by little their meaning, and for the sadness, the misery, the poverty, the need, the shame that has become inexorably attached to them - this fat become-chip, this hardness-become-meat, this bitterness-become-wine - stop hitting you, stop leaving their mark on you.
Etinin sertliğini, patatesinin yağlılığını şarabının sirkevari tadını, ilk başta aşevlerini çağrıştıran bu küçültücü sıfatların ve onlarla birlikte anımsanan üzüntü, sefalet, fukaralık, ihtiyaç utancın yavaş yavaş anlamlarını yitirmesi patates kızartmasına dönüşen yağın, ete dönüşen sert şeyin şaraba dönüşen bu sirkevariliğin seni etkilemeyi bırakması üzerindeki etkisini yitirmesi biraz zaman aldı.
Alright, soup's on.
Pekala, yemek zamanı.
I'd like some French Onion Soup, crabmeat cocktail, broiled lobster tails, and Wild Turkey on the rocks, please.
Fransız soğan çorbası... karides kokteyl... haşlanmış ıstakoz ve buzlu viski istiyorum.
You twist something on the can, and the soup turns hot.
Kutuda bir şeyi çeviriyorsun, ve çorba ısınıyor.
Soup's on.
Çorbanız hazır.
OK, boys, soup's on.
Çocuklar, çorba hazır.
And if you're not at your table spot on seven you miss your bowl of Campbell's Cream of Mushroom Soup, the first item in the menu of International Cuisine.
Saat tam 7'de masanda değilsen uluslararası menüde ilk yemek olan Campbell's kremalı mantar çorbasını kaçırırsın. - Kesinlikle.
CARRIE : Here we go. Soup's on.
İşte çorbalar geldi.
MacGyver, soup's on.
- Devam et hayatım.İleri bırakabilirsin.
Since I know both sides, to bring the proof of maidenhead after nuptial her mother was staying at groom's house in a room downstairs Prosecuter demanded that it's asked how she knows the suspect, whether he has disturbing behaviour and it's been asked she knows him well, that he's quite, hardworking person, one evening he shouted on his mother because she didn't cook lentil soup and long while ago while his mother, was praying in the afternoon he approached from back and fired a cork gun right next to her ear thus distruptep her praying Witness Hasan Balcõ invited to court.
İki yanı da tanıdığımdan, gerdek ertesi gelinin kızlık nişanını anası evine götürmek için o gece oğlan evinde alt katta bir odada yattığını söyledi Savcı sanığı nasıl tanıdığını, dengesiz davranışları olup olmadığının sorulmasını istedi, soruldu İyi tanıdığını, az konuşan, çalışkan biri olduğunu, bir akşam tarla dönüşü, niye mercimek çorbası pişirmedi diye anasına bağırdığını, eskiden bir gün de, ikindi namazı kılarken arkasından yaklaşıp, kulağının dibine mantar tabancası patlatarak namazı bozdurduğunu söyledi Tanıklardan Hasan Balcı duruşmaya alındı.
Wake up, bum. The soup's on.
Uyansana serseri, çorba saati geldi.
Soup's on!
Çorba hazır!
As the Italians say, "Don't scald your tongue on another man's soup."
İtalyanların dediği gibi "Dilini başkasının çorbasında yakma."
Ned's told us how he got mugged on his way home from the soup kitchen.
Aşevinden dönerken yolda saldırıya uğradıktan sonra bizi aramana çok sevindik Ned.
He had a Korean soup, then moved on to a Greek restaurant where he had a spinach strudel... and for dessert he bought an Israeli orange from a Turkish grocer's.
Kore çorbasıyla yemeğe başlıyor sonra da ıspanaklı pastasıyla ünlü Yunan restoranına gidiyor. Ve tatlı olarak, bir Türk manavından aldığı İsrail portakalı yiyor.
Come on, let's go get a couple bowls of loudmouth soup.
Hadi, iki kase çorba alalım.
- Soup's on.
Burası.
Come on. You think he's back there with the chef, going, " Hey, they like the soup!
Sence aşçıya gidip, çorbayı çok beğendiler, devam et, der mi?
Soup's on the stove.
Çorba ocakta.
- We had an argument about me moving to Hawaii and he locked on to my ankle like it was a soup bone.
- Hawaii'ye taşınmam konusunda tartıştık ve sanki kemik çorbasıymış gibi bileğimi kaptı.
So then God created the world and on the first day he created light and air and fish and jam and soup and potatoes and haircuts and arguments and small things and rabbits and people with noses and jam, more jam, perhaps, and, er, and soot and flies and tobogganing and showers and toasters and grandmothers and Belgium.
Ondan sonra Tanrı Dünya'yı yarattı ve ilk gün ışığı ve havayı ve balığı yarattı ve reçeli ve sabunu ve patatesleri ve saç kesimini ve tartışmaları ve küçük şeyleri ve tavşanları ve burnu olan insanları reçeli, daha çok reçeli belki de ve soba kurumunu ve sinekleri ve kızakla kayağı ve duşları ve ekmek kızartma makinelerini ve babaanneleri ve Belçika'yı.
- Soup's on but no one's grabbing a spoon.
- Çorba ortada ama kimse kaşık kapmıyor.
I was on a break from the hospital... so I thought I'd bring you some nice, hot soup.
Hastanede biraz mola vereyim dedim... ve sana biraz sıcak çorba getirmeyi düşündüm.
I'd like a bowl of hot beef soup with steam rising... sprinkled with red pepper... and garnished with lots of scallion... and a big dollop of hot rice thrown in... and kimchee piled on top.
Şöyle üzerinde buharlar tüten bir kase et çorbası istiyorum... Kırmızı biber serpilmiş yeşil soğanla tatlandırılmış. İçine kocaman bir topak sıcak pirinç karıştırılmış...
Don't you just want to puke in your soup when one of these fat, balding, overweight, over aged, out of shape, middle-aged male movie stars with sunglasses jumps on stage and starts blowing into a harmonica.
Bu şişman, kel, aşırı kilolu yaşlı, şekilsiz, orta yaşlı, güneş gözlüklü film yıldızlarından biri sahneye atlayıp da armonikaya üflemeye başladığı zaman çorbanıza kusacakmış gibi hissetmiyor musunuz?
You're on soup and milk shakes for a couple of days.
Bir süre, sadece sıvı alıyorsun.
- [Grunts] - Soup's on, fat boy.!
Al çorbayı şişko!
There's a bowl of soup in storage, and I left the replicator on line.
Dolapta bir kase çorba var, ve sentezleyiciyi açık bıraktım.
Hey. what's going on? Uh. we brought some soup for Will.
Will'e çorba getirdik.
There's hot soup over there on the stove... with plenty of hot sauce just like y'all like it.
Hayır efendim. Ocağın üstüne sıcak çorba var, bol acılı sos da var.
You know that commercial where the little kid's making soup for his sister and how every time it comes on, I get all choked up?
O küçük çocuğun ablasına çorba pişirdiği reklamı bilirsin. - Her defasında nasıl duygulandığımı.
Now he's lying on my couch demanding soup.
Şimdi kanepede yatıp çorba istiyor.
You may or not know Bill, that every day I go down to the waterfront with hot soup for the Irish as they come on shore.
Bilmiyor olabilirsin Bill ama hergün şelaleden aşağı iniyor kıyıya gelen irlandalılara sıcak çorba götürüyorum.

© 2017 - 2024 Translate.vc | [email protected]